21-22 Ağustos 1999 târihleri arasında, asıl adı UNİVERSİTİ KEBANGSAAN MALAYSİA (UKM) olan Malezya Millî Üniversitesi tarafından milletlerarası bir sempozyum tertîb edildi. Bu sempozyum; mâzîde Mısır’da tertîb edilmiş olan sempozyumlar hâriç tutulduğunda, Fas’taki sempozyumdan sonra dış devletlerde tertîb edilen ikinci sempozyumdur.
Sempozyumun ismi; “21. Asra Girerken Tecdîd Hareketinde Bedîüzzamân Said Nursî’nin Rolü..”
Sempozyumu tanzim edenler; Prof. Muhammed Buhârî isminde bir zât ve arkadaşlarından müteşekkil bir hey'et idi. 1998 Eylül ayında İstanbul’da icrâ edilen Bedîüzzamân sempozyumuna bu hey'etten iki kişi dinleyici olarak iştirâk etmiş ve buradan aldıkları bir gayretle memleketlerine dönüp buna benzer bir sempozyum ve Nurlar’ı tercüme hizmetlerine başlamışlar.
Sempozyum; Üniversiteye âid, gâyet modern iki ayrı büyük salonda icrâ edildi. Salonun birinde; canlı olarak üç ayrı lisâna, yâni; İngilizce, Arapça ve Malayca’ya, kısmen de olsa Türkçe’ye tercüme vardı. Diğer salonda ise, sâdece Malayca konuşuluyordu ve umumen de muhâtablar Malay halkıydı.
Sempozyumda, tebliğlerin sunulduğu oturumlardan hemen sonra, suâl-cevâb faslı vardı. Öyle anlar yaşadık ki; tebliğlerden daha canlı ve daha heyecanlı suâl ve cevâb fasıllarına şahid olduk. Beş dakika süren sualler dinlediğimiz oldu. Bu suâl-cevâb faslında, suâllerin tevcîhi ile alâkalı şâhid olduğumuz bir husus da şuydu: İki çeşit suâl vardı. Bir kısmı, istifhâm üzere suâller.. Yâni; tebliği dinleyen şahıs, hakikaten mevzûda anlamadığı noktalar olmuş. Bu anlamadığı noktaların îzâhını istiyor. Bu tarz suâller; daha çok Malay halkından geliyordu. İkinci kısım suâller ise; dinleyen şahıs, söylenen veyâ arz edilen mevzû ve mes'eleyi kendi ilmi veyâ mâlumu ile muvâfık bulmuyor. Zâhirde itirâz ediyor gibi gözüken bu suâl sahibi, tebliğ sahibinden tashîh-i kelâm istiyor. Bu çeşit suâller de, ekseriyetle hâriç devletlerden ve İslâm Âlemi’nin dört bir tarafından gelmiş ehl-i ilim şahsiyetler tarafından soruluyordu. Suâl soran zât; kendini tanıtarak suâl soruyordu. Suâl soranların içinde, Cezâyir’li, Mısır’lı, Yemen’li, Irak’lı hattâ Bengaldeş’li olanlar vardı.
Sempozyumun isminin “milletlerarası” olmasının sebebi; hâric devletlerden iştirâk eden on kadar tebliğ sahibi prof.’un bulunmasıydı. Ve bunlar, bir nevi Malay halkına ve Millî Üniversite Câmiası’na Hz. Üstâd’ı anlatmak için gelmişlerdi. Bu zâtların arasında, en çok dikkatleri çekenlere misâl olarak: Prof. Hâmid Algar.. Prof. Muhsin Abdülhamîd.. Dr. İmtiyâz Yusuf.. ve bunlara mümâsil Avustralya’dan, Sudan’dan ve diğer Âlem-i İslâm devletlerinden iştirâk eden muhterem âlim zâtlar gösterilebilir. Ayrıca, hem Uzak Doğu devletlerinden, hem de Âlem-i İslâm devletlerinden dinleyici olarak gelen kıymetdâr pek çok misâfir vardı...
İlk gün sabahı; sempozyumun açılışını, Malezya Diyânet Bakanı Abdülhamîd Osman yaptı. Malay lisânıyla yaptığı ve içtimâî ve iktisâdî mes'elelerden hadîs ve sünnet mefhûmu ve müceddidlik mevzûlarına kadar muhtelif ve geniş bahislere kısa kısa temâs ettiği zengin konuşmasında, sempozyumu tertîb edenleri tebrik ve takdir ettikten sonra Hz. Üstâd’dan bahisle şöyle diyordu:
“Ben İmâm Bedîüzzamân’ın Târihçe-i Hayâtı’na kısa bir nazar ettim. Gördüğüm şu ki: O, bu asırda yaşanmış ve yaşanabilecek bütün müşkilleri yaşamış, ona göre bir reçete takdîm etmiş. Onun için, takdîm ettiği bu reçete tam ve mükemmel bir reçetedir. Bizim böyle bir reçeteye ciddî ihtiyâcımız var.”
Tek salon halinde icrâ edilen açılış oturumunda, Millî Üniversite adına sempozyumun hazırlıklarını ve hedeflerini anlatan Prof. Abdürraûf Ya'kub özetle şöyle diyordu:
“Biz; Bedîüzzamân Hz.’lerini ilk defâ İstanbul’da düzenlenen 4. Bedîüzzamân Sempozyumu’na katılarak duyduk. Böyle bir şahsiyete ne denli ihtiyâcımız olduğuna o zaman kanâat getirdik. Malezya’ya dönüp Nur Risâlelerini okumaya başlayınca, bu eserlerin mutlaka Malay lisânına tercüme edilmesi gerektiğini anladık ve sempozyum hazırlıkları arasında sür'atli bir tercüme faâliyetine başladık. Hedef ve arzumuz; en kısa zamanda, sıhhatli bir tercüme ile, bütün Külliyât’ın Malezya ve Uzak Doğu insânlarına ulaştırılmasıdır. Şimdi buyurun, hep beraber, İmâm Bedîüzzamân’ın eserleri ve fikirleri gölgesinde, fikir ve ruhlarımız barışsın ve kaynaşsın...”
Ardından, sempozyumun mâhiyet ve muhtevâsını takdîm eden Prof. Abdüşşekûr Hüseyn kısa konuşmasının bir yerinde:
“Bu sempozyumun bizce apayrı bir ehemmiyeti vardır. Zirâ; Malezya gençliği, bize hazâin-i ilmiye ve defâin-i kayyime, yâni; ilmî hazîneler ve ulvî sarsılmaz defîneler bırakmış olan Hz. Bedîüzzamân’la karşılaşacak ve O’nu tanıma fırsatı bulacaktır...” demekteydi.
Daha sonra iki ayrı salonda tebliğlere ve oturumlara geçildi. İlk oturumda, Amerika’dan iştirâk eden, Risâle-i Nur’un ilk İngilizce mütercimi Prof. Hâmid Algar; “Müceddidlik Ve Risâle-i Nur’da Tecdîd” başlıklı tebliğini takdîm etti.
Prof. Algar, “Risâle-i Nur’a göre tecdîd”i anlatırken, Onbeşinci Şua’nın sonunda derc edilmiş olan “Risâle-i Nur Nedir ve Hakikatlar Müvâcehesinde Risâle-i Nur ve Tercümânı Ne Mâhiyettedirler Diye Bir Takriznâmedir” başlıklı Ahmed Feyzî Ağabey’in bir mektubunu İngilizce tercümesinden okudu. Bu Mektub’un başındaki; “Her asır başında hadîsçe geleceği tebşîr edilen dînin yüksek hâdimleri; emr-i dinde mübtedi' değil, müttebi'dirler. Yâni, kendilerinden ve yeniden bir şey ihdâs etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esâsât ve ahkâm-ı dîniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (A.S.M.) harfiyen ittibâ' yoluyla dîni takvîm ve tahkîm ve dînin hakikat ve asliyetini izhâr ve ona karıştırılmak istenilen ebâtılı ref' u ibtâl ve dîne vâki' tecâvüzleri redd ü imhâ ve evâmir-i Rabbâniyeyi ikàme ve ahkâm-ı İlâhiyenin şerâfet ve ulviyetini izhâr u ilân ederler. Ancak tavr-ı esâsîyi bozmadan ve rûh-u aslîyi rencîde etmeden yeni îzâh tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni iknâ' usûlleriyle ve yeni tevcîhât ve tafsilât ile îfâ-i vazîfe ederler...” (Şualar-669) ifâdelerini, Risâle-i Nur’da müceddidliğin îzâhı mânâsında nakletti.
Prof. Algar; tarihte, bir asır içinde birkaç müceddidin görüldüğünü.. ve bu sebeble hadiste geçen ‘yüz sene’ tabirinden maksad ‘asır’ mânâsı olmadığı, belki maksadın ‘her dönem’ mânâsında olduğunu îzâh etti. Bu ve buna benzer bâzı mevzûlarda, konuyla alâkalı bâzı cümle ve tesbitleri oldu. Meselâ:
Prof. Algar; Hz. Üstâd’da hayretle gördüğü bir hususu şöyle arz ediyordu:
“Üstâd Bedîüzzamân, kendisi de Risâle-i Nur’a bir talebe gibi nazar eder, sanki kendisi de Nur’un bir talebesidir.”
Yine tebliğinde Prof. Hâmid Algar, Risâle-i Nur’un bütün menbaının Kur'ân olduğu.. Hz. Üstâdımız’ın bütün feyzini Kur'ân’dan aldığını ifâdeyle, Üstâdımız’ın bir mektubta buyurduğu:
“Kur'ân’ın feyzinden gelen ve i'câz-ı mânevîsinin lemeâtı olan ve hakikatlarının tefsîri bulunan ve tılsımlarını açan Risâle-i Nur...” (Emirdağ I-195) mânâsını hâtime olarak arz etti.
Bitirdikten sonra, suâl-cevâb faslında Prof. Algar’ın bu son ifâdeleri üzerine dinleyenler arasından şöyle bir suâl geldi:
Böyle bir suâl; Türkiye’de kâmil bir Nur Talebesi’ne tevcîh olunacak olursa, belki daha mükemmel ve daha tafsilli cevâb verilebilir. Ancak, Prof. Hâmid Algar, orada bir misâl ile kâfî ve muknî' şöyle bir cevâb verdi ve dedi ki:
“Sizin suâliniz şuna benzer: Siz, bir gecedesiniz, karanlıktasınız, zulmettesiniz.. ve siz o hâlette iken diyorsunuz ki, ‘Ben ışığımı güneşten almak istiyorum..’ siz o gecede, o karanlıkta, o zulmette iken güneşin ışığını alamazsınız!.. mutlaka ‘ben bu hâlimde güneşin ışığını almak istiyorum’ derseniz, o vakit, güneşin ışığı size, ancak bir ay vâsıtasıyla gelebilir. Ve-illâ güneşin ışığına kavuşamazsınız. Onun için; Hz. Üstâd’ın vazîfesi, asrın bu karanlıklarında, bu dağdağalarında, şems-i Kur'ân’a âyinedârlık etmektir.”
Sempozyuma hâricten iştirâk eden zâtlardan biri de; Tayland’dan iştirâk eden Dr. İmtiyâz Yusuf idi. Aslen Hindistan’lı olup gençlik yıllarından itibaren İngiltere’de yaşamış olan Dr. İmtiyâz; sempozyum esnâsında, koridorda Sungur Ağabey’i gördü ve mütercim vâsıtasıyla bâzı suâlleri olduğunu ve bu suâllerine hâtıralarla cevâb istediğini bildirdi. Bir suâli şöyle idi: “Üstâdımız te'lif anında nasıl bir hâlete girerdi?” Sungur Ağabey Kendilerine hâtıralar refâkatinde mütercim vâsıtasıyla cevâb verdiler.
Dr. İmtiyâz Yusuf’un tebliğinin İngilizce başlığı: “Said Nursî’s Perspective on the Challenges Facing the Ummah Today..” yâni; “Günümüzde İslâm Âlemi ve İnsâniyetin (Ümmet) karşılaştığı mes'elelere Said Nursî’nin Bakışı..”
Tebliğine başlarken, evvelâ kendisinin Nurlar’ı çok geç tanıdığını, ve talebelerini de Nurlar’dan geç haberdâr ettiğini ifâde etti ve şöyle bir ricâda bulundu: “Beni, aranızda Nurlar’ı geç tanımış bir Nur Talebesi olarak kabul eder misiniz?”
Hz. Üstâd’ın, asrının insânları için an be an mücâhede ve gayretlerini, hem siyâsî hem içtimâî mes'elelere nazarını ifâde için Hutbe-i Şamiye’den misâller verdikten sonra: “Kim ki; bu zamanda Îmân ve Kur'ân hizmeti için en ideal bir tarz arıyor, Risâle-i Nur’u alsın okusun yeter!..” dedi ve bu cümlesini de üç dört cümle ile şerh etti. Meselâ :
Biz bu ifâdelerin tercümesini kulaklıklardan dinlerken, takdir hisleriyle doluyor ve âdeta bir coşkunluk hâli ile sessizce tebrik ediyorduk. Ne var ki, oturum bitip de suâl-cevâb faslı başlayınca ve o suâlleri dinleyince, insânı başka bir heyecân basıyor. Zîrâ; gâyet ciddî ve bâzen umulmadık suâller soruluyordu. İşte İmtiyâz Yusuf’un bu son cümlelerine binâen, bir Arab tarafından uzun bir suâl soruldu ve denildi ki :
Dr. İmtiyâz; hiç telaşlanmadan, uzun, mufassal, müdellel ve îzâhlı bir cevâb verdi ve dedi ki :
“Bana öyle bir hizmet tarzı gösterin ki, yetmiş beş sene evvel başlamış olsun ve başladığı günden bugüne kadar dâimâ müceddidiyyet vazifesini hâmil bulunmuş olsun.” Ve devre devre taksîm ederek Hz. Üstâd’ımızın lâhika mektublarının birinde: “Her cihetle kemalde ve devamda bulunan bir vazife”(Emirdağ Lhk.I-70) diye ifâde buyurdukları mânâyı ve şahs-ı mânevî mânâsını şu şekilde arz etti: “Hz. Üstâd, bu vazifenin başlangıcında âdetâ tek başına.. sonra bir kısım Nur Talebeleri geliyor ve Hz. Üstâd hayatta iken Onlar vefât ediyorlar.. sonra Hz. Üstâd irtihâl-i dâr-ı bekà eyliyor.. Hz. Üstâd’dan bir sonraki devrede de bir kısım Nur Talebeleri vefât ediyorlar.. ve şimdi âdetâ üçüncü-dördüncü kuşak Nur Talebeleri o vazifeyi Şahs-ı mânevî nâmına devâm ettiriyorlar. Ve bu hizmet; başladığı günde, hangi gâye ve maksad üzere başlamışsa, aradan bunca zaman geçmesine ve dünyanın dört bir tarafına yayılmasına rağmen, hiç gâye ve maksadından inhirâf etmeyen bir hizmet... Bu tarzda bana ikinci bir hizmet tarzı gösterin, ben diyeyim ki, ‘Böyle bir ikinci hizmet tarzı var..’ Maamâfih, bununla beraber yine de intihâb sizindir...”
Hakikaten bu cevâb üzerine de ikinci bir suâl gelmedi... Dr. İmtiyâz Yusuf’un tebliğinde bâzı calib-i dikkat noktalar vardı. Meselâ, “Şu anda Âlem-i İslâm, medeniyeti geriden takib ediyor, halbuki; aslına bakılırsa sahib olduğu hakikatlara göre çok daha ileride olması gerekir.” Dedikten sonra tamamlıyordu:
“...it is time to once again look at the ‘Damascus Sermon’ and decipher its essential features...”
Yâni; “İşte şimdi, Hutbe-i Şâmiye’ye bakmanın ve temel düstûrlarını çözmenin tam zamânı..” Bir başka misâl:
Dr. İmtiyâz; Kendilerinin Âlem-i İslâm’a tâ Uzak Doğu’dan baktıklarını ifâde ile, bu cümle ile ne kasd ettiğini yine kendisi îzâh etti: “Yâni: Biz buradan Alem-i İslâm’a baktığımızda, İran’dan tâ Cezâyir’e kadar, umumen hep siyâsal İslâm tarzı ile paralel hizmet tarzları görüyoruz. Eğer Risâle-i Nur olmasa idi; biz, İslâmiyet’e hizmet şeklini hep bu tarzdan ibâret bilecektik ve bu tarz, efkârda hâkim olacaktı. Risâle-i Nur, sâde ve sâfî Îmân hizmetinden ibâret müsbet hizmet tarzı ile; bize ikinci bir tercih hakkı vermiş oldu. Ve böylelikle Risâle-i Nur; Alem-i İslâm’da, İslâmiyet’e hizmet tarzları arasında ‘Siyâsal İslâm’ fikrinin hâkim olmasına mâni' oldu..”
Daha sonra, Risâle-i Nur’un İngilizce mütercimi Şükrân Vâhide Hanım, Üstâdımız’ın kısa bir tarihçesi ile beraber, Nurlar’a dâir bir kısım hususları ihtivâ eden bir tebliğ arz etti.
Ardından, aslen Filistin’li olan ve son yirmi senedir Amerika’da yaşayan Prof. İbrâhim Ebû Rabî' kürsüye geldi.. Kendisinin aslen Arab olduğunu, ancak İngilizce’yi daha serî konuşabildiğini samîmî bir ifâde ile dile getirdikten sonra, esefle: “Böyle bir şahsiyeti tanımıyor olmamız, benim nazarımda büyük bir felâkettir. Biz neden böyle mühim bir zâtı, bugüne kadar tanıyamamışız! Eski Said’i tanımadığımız gibi Yeni Said’i de tanımıyoruz. Eski Said’in Hutbe-i Şâmiye’sine mutlak ihtiyâcımız olduğu gibi, Yeni Said’in Risâle-i Nur’una dahî mutlak ihtiyâcımız var, bugüne kadar hiç birinden haberdâr değilmişiz..” diyordu. Asrımızın karşılaşmış olduğu veya karşılaşabileceği bâzı müşküllerin hallinde Hz. Üstâdımız’ın nazarını arz ettiği tebliğinde, Millîyetçilik mes'elesine temâs ederken, “Bu mes'eleyi Hz.Üstâd nasıl halletmiştir?” diye sordu ve kendisi cevâbladı:
“Millîyetçilere dikkat edecek olursanız; onlar, fikirlerini fizîkî coğrafyadaki sınırlarla tahdid ederler. Bir kavim veyâ bir milleti esâs alırlar, diğer kavimleri âlemlerine pek sokmazlar.. Halbuki; İmâm Bedîüzzamân’ın nazarı ise; daha umûmî, daha geniş, daha ihâtalı ve daha ufkî bir nazar idi. O; Âlem-i İslâm’a “bir” bakıyordu, bütün insâniyete “bir” bakıyordu. Böyle bir nazar için, Millîyetçilik mefhûmu bir müşkül teşkil etmez...”
İbrâhim Ebu Rabî'; Üstâdımız için: “O, nezîh ve ulvî şahsiyetini hiçbir zaman ve mekânda kaybetmedi. Hangi şartlar altında olursa olsun, dâimâ rûhâni ve ulvî bir şahsiyet hâli sergiledi. Bunun içindir ki, kanâatimce o; İslâmî kudsiyetin sembolü olabilecek bir şahsiyettir.”
Sempozyumda tebliğini Arapça olarak takdîm eden Iraklı Doç. Dr. Leys Suûd Câsim, Malezya İslâm Üniversitesi’nden iştirâk ediyordu. İslâm Üniversitesi; başta Malay halkı olarak İslâm Âlemi ile beraber bir çok hâriç devletten iştirâk eden akademik şahsiyetlerden teşekkül etmiş bir Üniversite.. Sempozyum’u tertîb eden Millî Üniversite’den kuruluş tarihi itibariyle daha genç olan bu Üniversite’den iştirâk etmiş olan Dr. Câsim; “Asrın başında Hz. Bedîüzzamân’ın asra muvâfık tecdîdî metodu” başlıklı tebliğinde, Hz. Üstâd’ın hem tecdîdî, hem asra muvâfık ve uygun tarz-ı hareketine misâl olarak, Eski Said’de ‘Medresetü'z Zehrâ’ fikrini, Yeni Said’de de, ‘Risâle-i Nur’ tarzını gösterdi ve Hz. Üstâd’ın, Osmanlı Devleti’nin son demlerinde, en çetin hâletlerde dahî ümîd ve coşkusunu hiçbir zaman kaybetmediğini Hutbe-i Şâmiye’den aşağıdaki ifâdeleri okuyarak misâl verdi:
“BİRİNCİ KELİME : ‘El-emel’.. Yâni, Rahmet-i İlâhiye’den kuvvetli ümîd beslemek. Evet, ben kendi hesâbıma aldığım dersime binâen: Ey İslâm Cemâati! Müjde veriyorum ki: Şimdiki Âlem-i İslâm’ın saâdet-i dünyeviyesi, bâhusus Osmanlılar’ın saâdeti ve bilhassa İslâm’ın terakkisi onların intibâhıyla olan Arab’ın saâdetinin fecr-i sâdıkının emâreleri inkişâfa başlıyor ve saâdet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye'sin burnunun rağmına olarak ben dünyâya işittirecek derecede kanâat-ı kat'iyyemle derim:İstikbâl; yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak. Ve hâkim, hakàik-i Kur'âniye ve îmâniye olacak. Öyle ise, şimdiki kader-i İlâhî ve kısmetimize râzı olmalıyız ki; bize parlak bir istikbâl, ecnebîlere müşevveş bir mâzî düşmüş. Bu dâvâma çok bürhânlardan ders almışım...” (Hutbe-i Şâmiye-20)
Hz. Üstâd’ın Eski Said devrine âid bir suâle cevâb verirken; Hz. Üstâdımız’ın Şeyh Said hâdisesinde, Ona bir mektub yazarak onu bu fikrinden vazgeçirmeğe çalıştığını ve ona; “Sen kiminle harb edebileceğini zannediyorsun!” diyerek onu iknâa çalıştığını Üstâdımız’ın ifâdelerinden nakletti: “Türk Milleti, asırlardan beri İslâmiyete hizmet etmiş ve çok velîler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez; siz de çekmeyiniz; teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşâd ve tenvîr edilmelidir!”(Tarihçe-i Hayat-150)
Tebliğinin nihâyetinde Türkiye’ye, zelzele ile alâkalı ta'ziyelerini şöyle ifâde etti: “Maalesef, Türkiye ardarda iki küçük kıyametcik yaşadı. Evvelâ; Türkiye’nin üzerinde Güneş tutuldu.. bir hafta sonra da mâlum zelzele.. Cenâb-ı Hakk; vefât edenlere Rahmet, bâkide kalanlara da sabr-ı cemîl ihsân eylesin!”
Bizim de ilk defâ şâhid olduğumuz bir husus: Âlem-i İslâm’da örfen biliniyormuş ki; ‘bir memleketin üzerinde güneş tutulması, o memleket için hayr-ı alâmet bir şey değil.’ Her ne kadar bu, fennen evvelden belli olan ve târifi ilmen mümkün bir vâkıa olsa da, tecellî itibariyle, ‘nihayetinde güneşin nuru gizlettiriliyor’.. Ve yine şâhid olduğumuz: “Âlem-i İslâm; Türkiye’yi çok yakından tâkib ediyor. Her ne kadar bizde; zâhirde de olsa, Âlem-i İslâm’a karşı geçici bir sırtımızı dönmüşlüğümüz var gibi görünse de; onlar bizi hiç unutmuyor ve dâimâ yakından tâkib ediyorlar. Âdetâ, Türkiye’den bir şeyler beklercesine, hüznümüzle hüzünleniyor, ferâhımızla da ferahlanıyorlar...
Sempozyum’un belki de en heyecanlı, en mükemmel tebliğini takdîm eden otuz senelik Tefsîr Profesörü Irak’lı Prof. Muhsin Abdülhamîd idi.. Bağdat Üniversitesi’nden iştirâk eden Prof. Muhsin Abdülhamîd’in mevzûu; “İslâmi Fikirlerin Tecdîdinde İmâm Said Nursî’nin Rolü..” Muhterem Prof. Abdülhamid; tebliğ ve konuşmasında gâyet belîğ, hem bir Nur Talebesini tercümeye muhtaç bırakmayacak derecede gâyet fasîh ve net bir Arapça ile konuşuyordu.. Sanki her bir cümlesi, Üstâd için bir vecîze olabilecek vasıflar taşıyordu. Evvelâ; kürsüye geldiğinde bir mühim bir hususu vuzuha ve açıklığa kavuşturmak istiyordu. Eliyle, başının üstünde, büyük bir bez üstünde, kabartma yazıyla üç ayrı lisânda, hem Malayca, hem İngilizce, hem de Arapça yazılı olan sempozyumun ismini göstererek dedi ki; “Bence, bu sempozyum’un isminde bir hatar ve dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Diyorsunuz ki; ‘21. Asra girerken Tecdîd Hareketinde Bedîüzzamân Said Nursî’nin Rolü’ veyâ ‘14. Hicri Asırda Bedîüzzamân’ın Tecdîdde Rolü..’ Neden Bedîüzzamân’ı tahdîd edip sınırlıyorsunuz?.. Neden şu asırda veyâ bu asırda Tecdîd ve Bedîüzzamân diyorsunuz? Devre Âhirzamandır, gelen müceddid kim ise, O’dur. Şu veyâ bu asır demeye lüzum yoktur!..” Ve neden denmemesi gerektiğini yine kendisi îzâh etti: “Bakınız; aradan bir asır geçti. Biz daha Bedîüzzamân’ı yeni yeni tanıdık.. Meselâ: Bugün, Malezya’da yeni yeni O’nu konuşuyoruz. Demek; bu geçtiğimiz asır, O’nun tâ'rif ve tanınma asrı olmuş.. Önümüzdeki asır ise, O’nun fikirlerinin ve eserlerinin tatbîk asrı olacak. Hatta şimdiden diyorum ki; 21. Asır; İmâm Bedîüzzamân’ın Devr-i Kebîri olacak..”
Tebliğinin ilk cümlelerinden birinde, mâzî ile bir kıyâs yaparak sözü Üstâd’a getirdi: “Mâzîde, gelmiş-geçmiş nice şahsiyetler, bir o kadar müfekkirler ve müceddid şahsiyetler, eserlerinde, vakitlerinde, fikir ve gayretlerinde bir gâye ve maksadları olmuş. O da; ‘Âlem-i İslâm, bu çöküntü halinden nasıl kurtulur, Müslümanlar nasıl îkaz olunabilir, Mü'minler nasıl uyanışa geçebilir?’ gibi Âlem-i İslâm’ın derdleriyle, müşkilleriyle, mes'eleleriyle meşgul olmuşlar. Zamanları muktezâsınca muhâtabları umumen Âlem-i İslâm olmuş. İmâm Nursî’ye baktığımızda ise, O; daha geniş başka bir dâireyi sâha olarak seçti. İmâm Nursî’nin Müslümanların derdleriyle derdlendiğinde bir şübhe yok. Hatta bu hususta eserler dahî te'lif etmiş. Ancak O; kaziyye, müşkül ve mes'elenin Âlem-i İslâm’dan daha geniş bir dâirede cereyân etmeğe başladığını ve cereyân etmekte olan ifsâd ve tağyir hareketinin bütün alemi ve dünyâyı kaplayan ve bütün insânlığı içine alan bir hareket olduğunu görmüş ve ona göre de muhâtabını seçmiş. Ve bu, ifsâd esâsı üzerine kurulmuş olan şecereyi kökünden ıslâh yolunu seçmiş. İşte bu sebeble diyorum ki; İmâm Nursî; muhâtabını insâniyetin özü ve cevheresi kıldı. Yâni; O, muhâtab olarak insânı seçti. Onun için, günümüzde bir Avrupalı veyâ bir gayr-i müslim, mâzîde te'lif edilmiş eserlerden birini eline alıp okuduğunda, muhâtab Âlem-i İslâm olduğu için kendisini muhâtab bulamayabilir. Ancak, bugün Üstâd’ın eserini, her insân okuyup kendini muhâtab bulabilir. Bundan dolayıdır ki O; sâdece Âlem-i İslâm’ın değil, bütün insâniyetin müceddididir.”
İmâm Bedîüzzamân Said Nursî’nin şahsiyetinden bahs ederken şöyle diyordu:
“İmâm Nursî; bütün akrânından sıyrılmış, mütemâyiz, ferîd ve yektâ bir şahsiyettir. Risâlelerinde, tecelliyât-ı Esmâ-i Hüsnâ’yı keşfedip bulmakta, arayıp elde etmekte ve hakàik-ı vücûdu idrakte O’na; öyle acîb bir sereyânî kudret ve öyle açılmaya müstâid bir kuvvet verilmiştir ki; târifi mümkün değil... Sâdece bu mevzû dahî, başlı başına bir bahis olarak ele alınsa cidden uzun ve hârika bir tebliğ ortaya çıkar.”
Tebliğinde, Esmâ-i Hüsnâ’yı ders verme hususunda İmâm-ı Gazâlî ile Üstâd Bedîüzzamân’ı kıyâsı şöyle idi:
“Mâlum; Esmâ-i Hüsnâ üzerinde İmâm-ı Gazâlî’nin ‘Maksad'il Esnâ’ isimli eseri var. Ve biliyoruz ki, İmâm-ı Gazâlî demek; bir umman ve bir deryâ demek.. Ne var ki; İmâm-ı Gazâlî, o eserinde herbir insâna Esmâ-i Hüsnâ’nın herbirinden nasîbini îzâh ile iktifâ etmiş ve daha ötesine gitmemiş.. İmâm Bedîüzzamân ise; asr-ı hâzırda yaşaması ve insâniyetin bu asırda ihtiyâc, arzu ve derdlerini yakînen bilmesi sebebiyle muhâtabı olan insânı; o gaddar ve sefîh medeniyyetin vermiş olduğu gafletten ve giydirmiş olduğu o dinden uzak sefâhetkârâne sarhoşluktan âdetâ çeke çeke ayıltmağa çalışıyor ve ona diyor:
Ey insan! “Başını tabîat bataklığından çıkar, arkana bak; zerrattan, seyyârâta kadar bütün mevcudât, ayrı ayrı lisânlarla şehâdet ettikleri ve parmaklarıyla işâret ettikleri bir Sâni'-i Zülcelâl’i gör.. ve o sarâyı yapan ve o defterde sarâyın proğramını yazan Nakkàş-ı Ezelî’nin cilvesini gör, fermânına bak, Kur'ân’ını dinle.. o hezeyânlardan kurtul!....” (Lem’alar-185)
Ve o insânı, uyanık bir hâl ile üç Kur'ân’ı kırâate ve okumağa dâvet ediyor:
Risâle-i Nur’u okuyan Avrupalı bir mütefennin ve ilim erbâbı; Risâle-i Nur’da kâinâttaki tecelliyât-ı esmâyı öyle parlak ve öyle bâriz görüyor ki; kendi okuduğu veyâ sâhib olduğu ilim kapısıyla üç Kur'ân’a kavuşuyor.
Risâle-i Nur’u okuyan Müslümân bir âlim ise; ilmiyle kâinâta dalınca, Nurlar’ın vermiş olduğu bakışla baktığı için, o âna kadar, gafletle hakiki kıymet ve mâhiyetinden gâfil kaldığı üç Kur'ân’a yeniden kavuşuyor. Alıyor ve bağrına basıyor.. Netîce olarak diyorum: ‘Yer yüzünde hiçbir insân yoktur ki; Risâle-i Nur’u okusun da te'sir altında kalmasın.”
Sempozyum boyunca, ne vakit heyecan azalıp ortalığı sâkin bir hava kaplarken Bağdat’lı Prof. Muhsin Abdülhamid eline mikrofonu alıyor, mevzû' ile alâkalı coşkulu bir konuşma yapıyor, bir anda herkesi şevke getiriyordu. Prof. Muhsin Abdülhamid; Hz. Üstâd’ın hayatında ve eserlerinde kaç defâ hayretle görüp tâkib ettiği bir hususu ise şöyle îzâh ediyordu :
“Şu anda, önümüzdeki asırda, bizim Âlem-i İslâm olarak fikrî bir bütünlük ve ittihada ihtiyâcımız var. Ve bu hususta İmâm en-Nursî’ye ne denli muhtac olduğumuzu şu hatıramla arz edeyim:
Nurlar’ı okurken kaç defâ, aceble ve hayretle görüyordum ki; Hz. Üstâd dâimâ ısrarla ve tekrarla dikkati mûcib, üzerinde durulması gereken bir noktaya nazarları celbetmeğe çalışıyor ve dâhîlde müsâdeme olamayacağını, cemiyet bünyesi içerisinde dâhîli cihâd olamayacağını beyân ediyor.. ve diyor:
“...Hâricî tecâvüze karşı kuvvetle mukàbele edilir. Çünki düşmanın malı, çoluk-çocuğu ganîmet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket müsbet bir şekilde mânevî tahribâta karşı mânevî, ihlâs sırrı ile hareket etmektir. Hâricteki cihâd başka, dâhildeki cihâd başkadır. Şimdi milyonlar hakikî talebeleri Cenâb-ı Hakk bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hâricteki cihâd-ı mânevîyedeki fark, pek azîmdir...” (Emirdağ Lhk.II-242)
Ve neticeyi arz ederken muhterem Prof. Abdülhamîd:
“Maalesef bugünde bizi perişân edip, hâletten hâlete sokan hâl; bu pek mühim düstûr ve bu kâideye riayet etmediğimizden ileri geliyor. Sakın, bundan ‘İslâmiyet’te cihâd yok.’ mânâsı çıkarılmasın.. Var amma, hârice karşı cihâd var.. Yâni; bir vatan hudûduna hârici bir hücum, bir taarruz, bir tasallut, bir tecâvüz vuku' bulduğunda cihâdın hükmü ortaya çıkar, ve illâ o, ifsâd hükmüne geçer..”
Tebliğinin nihâyetine doğru, “Hz. Üstâd’ın, bütün bu hususlar muvâcehesinde, menheci; Yâni yolu, metodu ve îzâh usûlü nedir?” suâline cevâben:
“Hz. İmâm Bedîüzzamân’ın menheci; ‘uhâdî bir menhec’ değil, belki O’nun menheci; ‘şümûlî bir menhec’ idi”... “Uhâdî menhec’ler, ‘ferdî, nev'i şahsına münhasır, tek kalmış menhecler, yol ve metodlar.’ demektir. Hz. İmâm Said Nursî’nin menheci ise, cihân-şümûl, âlemi kaplayabilir bir kàbiliyete malik bir menhec, bir yol, bir tarz ve bir metod idi.. Nitekim bugünkü neticede de öyle oldu.. O’nun tarzı, O’nun fikir ve üslûbu bugün Cihânın dört bir tarafında konuşuluyor ve araştırılıyor..”
Bu arada iki gün boyunca, Kàhire’den gelen Abdülkerim Ağabey, Arapça ve İngilizce Risâleleri sempozyum salonunun önünde teşhîr ettiler..
Elimizdeki Sempozyum programı metninden anladığımıza göre, ikinci günün ilerleyen saatlerinde tebliğ arz edecek zatlardan birisi de Doç. Dr. Hâlid İsmâil El-Hamdânî idi.. Ancak El-Hamdânî’nin mevzûu; başlığı itibariyle nazar-ı dikkatleri çekiyordu: Mevzuunun başlığı şöyleydi:
“Târihî hâdiselere İmam Nursî’nin bakışı”.. Doğrusu biz de, ‘Böyle bir başlık altında Risale-i Nur’dan nasıl bir tebliğ hazırlanabilir?’ Diye merakla bekliyorduk. El-Hamdânî, Arapça takdîm ettiği tebliğini, iki fasıla bölmüş. Birinci Fasıl: “İmam Bediüzzaman’ın, Peygamber Efendimiz’den evvel, Mu'cizat-ı Enbiya suratinde vuku' bulmuş bazı hadiselere bakış tarzı.” İkinci Fasıl: “İmam Bediüzzaman’ın Asr-ı Saadet’te cereyan etmiş olan bir kısım hadiselere bakış tarzı.” Evvela; birkaç başlık altında hülasa etti. O başlıklar şunlardı:
Dr. El Hamdânî; çok farklı bir mevzûda Hz. Üstâd için ciddî bir tebliğ hazırlamıştı. Hz. Üstâd’ın tarihî hadiselere nazarında dâimâ;
LEKAD KANE Fİ KASASİHİM İBRATÜN Lİ ÜLİL ELBAB ayetinin rehber olduğunu ifâde etti. Ve İlk fasıl olan “Peygamber mucizeleri” Mu'cizât-ı Enbiyâ’dan başladı. Kendisinin hayranlıkla müşâhede ettiği bu hususu meâlen şöyle arz ediyordu:“Bugüne kadar, Mu'cizât-ı Enbiyâ zikredilirken, hep onlardan ibret alınması hususu dile getirilmiş ve târihteki kavimlerin onca mu'cize görmelerine rağmen inanmayıp, başlarına gazap ve semâvî tokatların gelmesinden bahs edilmişti. Halbuki ‘ibret’ kelimesinden maksad; târihteki bir hâdiseye bakıp, zaman-ı hâzırda iken istikbale mâtuf ibret-nümâ dersler dahî çıkarabilmektir. İşte İmâm Bedîüzzamân; O mu'cizeleri tek tek anlatırken her birisinden öyle dersler çıkarmış ki; hem bu asrın insânları istifâde ediyor, hem de daha gelecek asırlar ve nesiller istifâde edecekler. İşte bunlara bir iki misâl :”
“...Hazret-i Süleymân Aleyhisselâm’ın bir mu'cizesi olarak teshîr-i havayı beyân eden: .... âyeti; ‘Hazret-i Süleymân, bir günde havada tayerân ile iki aylık bir mesâfeyi kat'etmiştir’ der. İşte bunda işâret ediyor ki: Beşere yol açıktır ki, havada böyle bir mesâfeyi kat'etsin. Öyle ise ey beşer! Mâdem sana yol açıktır. Bu mertebeye yetiş ve yanaş. Cenâb-ı Hakk, şu âyetin lisânıyla mânen diyor: ‘Ey insân! Bir abdim, hevâ-i nefsini terk ettiği için havaya bindirdim. Siz de nefsin tenbelliğini bırakıp bâzı kavânîn-i âdetimden güzelce istifâde etseniz, siz de binebilirsiniz...” (Sözler-254)
“...Hem meselâ: Hazret-i İsâ Aleyhisselâm’ın bir mu'cizesine dâir:
...Kur'ân, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm’ın nasıl ahlâk-ı ulviyesine ittibâa beşeri sarîhan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san'at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbânîye, remzen tergîb ediyor. İşte şu âyet işâret ediyor ki: "En müzmin dertlere dahî dermân bulunabilir. Öyle ise ey insân ve ey musibetzede benî-Âdem! Me'yus olmayınız. Her dert, -ne olursa olsun- dermânı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür." Cenâb-ı Hak, şu âyetin lisân-ı işâretiyle mânen diyor ki: "Ey insân! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim. Biri, mânevî dertlerin dermânı; biri de, maddî dertlerin ilâcı... İşte ölmüş kalbler nûr-u hidâyetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahî, onun nefesiyle ve ilâcıyla şifâ buluyor. Sen de, benim eczahâne-i hikmetimde her derdine devâ bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette ararsan bulursun. İşte beşerin tıp cihetindeki şimdiki terakkiyâtından çok ilerideki hudûdunu, şu âyet çiziyor ve ona işâret ediyor ve teşvik yapıyor...” (Sözler-255)Dr. El Hamdânî; tafsilatıyla Nur Külliyatı’nın muhtelif yerlerinden ve mevzu ile alakalı –bilhassa– Yirminci Söz’deki bahisleri tek tek okuyarak nakletti. Tebliğinin ikinci faslında; Sahâbeler devrindeki hâdiseler kısmında, Hz. Üstâd’ın sahabeler arasında cereyân etmiş olan hâdiselere dâimâ Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat’ın temel kabul ettiği “Sahâbelerin muhârebesinde kıyl u kàl etme. Çünki hem kàtil ve hem maktul, ikisi de ehl-i Cennet’tirler.” (Mektubât-53) Esâsı rehberliğinde baktığını zikrettikten sonra Hz. Üstâd’ın bu mevzu' üzerindeki nazarını tahlil ederken, hem yeni yara ve cerîha açmadan hâdiseyi îzâh etmesi, hem de hâdisenin hüzün ve keder veren kısmında takılmayıp o hâdiseden ibret ve îkâz edici dersler çıkarmakla beraber o hadisenin hikmetini elimize vermesi hususunu şöyle ifâde etti:
“İmâm En Nursî’nin öyle nâdir ve yeni bir ciddî bakış açısı vardı ki; O; asr-ı saâdette cereyân etmiş olan hâdiselerin elem ve hüzün veren yönünde tevakkuf edip durmuyor.”
“Belki; İmâm Nursî’nin öyle bir nazar derinliği vardı ki; sathiyyeti aşıp, târihî hâdiselerin en derin noktalarına girmiş ve o hâdiselerin hikmetlerini istilhâm etmiştir. Yâni; o hâdiselerin hikmetlerini ilhâmen istihrâc etmiştir.”
Hatta tebliğinin ardından bir Arab tarafından şöyle bir suâl soruldu:
Burada da bir güzel zuhûrât oldu. El Hamdânî; suâle mukàbil hiç heyecanlanmadan, telaşlanmadan, tereddüt göstermeden hemen mikrofonu eline alarak gâyet metînâne canlı bir cevâb verdi ve dedi ki;
“Buradaki tecdîdî îzâhı soruyorsunuz, bakın göstereyim. Bugüne kadar gelmiş-geçmiş eserlerde umumen hâdiselerin vuku' şeklinin tafsilâtına inilmiş ve fiilin nerede, nasıl, ne şekilde, neye binâen cereyân ettiği üzerinde durularak mes'ele halledilmeğe çalışılmıştır. Halbuki; Bedîüzzamân, hadisenin zâhir vechi ve dış yönü üzerinde ve itibârî şeklinde fazla durmadan hemen ardındaki hikmete geçiyor. Meselâ diyor:
“...Eğer denilse: Hz. Hüseyin bu kadar haklı ve hakikatlı olduğu halde, neden muvaffak olmadı? Hem neden kader-i İlâhî ve Rahmet-i İlâhiye onların fecî' bir akibete uğramasına müsâade etmiş?
Elcevâb: Hazret-i Hüseyin’in yakın taraftarları değil, fakat cemâatine iltihâk eden sâir milletlerde, yaralanmış gurûr-u Millîyeleri cihetiyle, Arab milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının sâfî ve parlak mesleklerine halel verip, mağlûbiyetlerine sebeb olmuş.
Amma kader nokta-i nazarında fecî' âkibetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onların hânedânları ve nesilleri, mânevî bir saltanata nâmzed idiler. Dünyâ saltanatı ile mânevî saltanatın cem'i gâyet müşkildir. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyânın çirkin yüzünü gösterdi. Tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve sûrî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve dâimî bir saltanat-ı mânevîyeye tâyin edildiler; âdi vâliler yerine, evliyâ aktablarına merci' oldular...” (Mektubat- 55)
“...Eğer denilse: Mübârek İslâmiyet ve nûrânî Asr-ı Sâadetin başına gelen o dehşetli kanlı fitnenin hikmeti ve vech-i rahmeti nedir? Çünki onlar, kahra lâyık değil idiler?
Elcevâb : Nasılki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her tâife-i nebâtâtın, tohumların, ağaçların istidâdlarını tahrik eder, inkişâf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar; fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de: Sahâbe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahî, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidâdları tahrik edip kamçıladı; ‘İslâmiyet tehlikededir, yangın var!’ diye her tâifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Herbiri, kendi istidâdına göre câmia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemâl-i ciddîyetle çalıştı. Bir kısmı hadîslerin muhâfazasına, bir kısmı şerîatın muhâfazasına, bir kısmı hakàik-i îmâniyenin muhâfazasına, bir kısmı Kur'ân’ın muhâfazasına çalıştı ve hâkeza.. Herbir tâife, bir hizmete girdi. Vezâif-i İslâmiyette hummalı bir surette sa'yettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan Âlem-i İslâmiyet’in aktârına, o fırtına ile tohumlar atıldı; yarı yeri gülistâna çevirdi. Fakat maatteessüf o güller ve gülistân içinde ehl-i bid'a fırkalarının dikenleri dahî çıktı.
Güyâ dest-i kudret, celâl ile o asrı çalkaladı, şiddetle tahrîk edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anil'merkeziye ile pek çok münevver müçtehidleri ve nûrânî muhaddisleri, kudsî hâfızları, asfiyâları, aktabları Âlem-i İslâmın aktârına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecâna getirip, Kur'ân’ın hazînelerinden istifâde için gözlerini açtırdı...” (Mektubat-100)
Hz. Üstadımız’ın : “Amma kader nokta-i nazarında fecî' âkibetin hikmeti ise...” “....Hikmeti ve vech-i rahmeti nedir?” gibi ifadelerini kerratla okuyor ve diyordu: “Sizin, o ‘Çokça işlenmiş’ dediğiniz eserlerde hiç bu tarz ifadelere rastladınız mı?.. İşte şu mevzudaki tecdid, bu gibi cümlelerde saklı..”
Sempozyumun son oturumunda, İslâm Üniversitesi’nden iştirâk eden Dr. Abdülazîz Bergus’un mevzûu : “Nursî’nin Tecdîdî Menhecinin Temel Esâsları” Aynen Muhsin Abdülhamîd gibi, bu zât da, net bir Arapça ile on beş dakikalık kısa bir tebliğ arzetti. Tebliğine şöyle bir suâl ile başladı: “İmâm Bedîüzzamân’ın 21. Asırdaki Tecdîdde rolü nedir?. Hz. İmâm’da 21. Asra ait bir şey var mıdır?. Varsa nelerdir?.. O’nun Risâle-i Nur isimli eserlerinin varlığından bahsettiniz. Bu Risâle-i Nur isimli eserlerinin muhtevâsı nedir?” ve cevâbı da Kendisi vererek devâm etti: “Her şeyden evvel Bedîüzzamân’ı anlamak için O’nu okumak, yâni O’nu eserinden tanımak îcâb eder.” Ve Hz. Üstâd’ımızın kendi ifâdelerindeniktibaslar yaparak Nurlar’ı ta'rif etti. Meselâ: “Risâle-i Nur; dînin, şeriatın, Kur'ân’ın yüzden ziyade tılsımlarını hall ve esrârlarını keşf etmiştir.” (Emirdağ Lhk.I-47) “Risâle-i Nur; Kur'ân’ın bu asra bakan bir dersidir.. Risâle-i Nur; bu asrın îmân kurtaran dersleridir. Risâle-i Nur; bu asırda bir cadde-i kübrâ-i Kur'âniye’dir.” Ve netice olarak: “Risâle-i Nurlar; Îmân kurtarmak yolunda menhec-i Kur'âni’ye, yâni Kur'ânî metoda bir beyândır.” Ve bu sadedde, “Nursî’nin Tecdîdî Menhecinin Temel Esâsları nelerdir?” Diyerek birkaç esâs arz etti:
Kısa süren tebliğini bitirdikten sonra, dinleyenler arasında, sempozyum’u iki gün boyunca ciddî takib eden, İsmâil Abdülhalim isminde bir araştırmacı-yazar tarafından şöyle bir suâl soruldu:
Abdülazîz Bergus; cevâbına tam geçeceği sırada oturum başkanı, suâl-cevâb faslında kimin, neyi nasıl konuşacağının mâlum olmaması sebebiyle canlı tercümede mütercim arkadaşların zorlandıklarını, onun için umûmî lisânın İngilizce olması hasebiyle İngilizce konuşmasını ricâ etti. Tam o sırada da, anlaşılır bir Arapça ile takdîm edilen tebliği lezzetle tâkib etmiş olan ve sempozyumu baştan sona kamerayla kaydeden Şâhin Hoca, bir anda lisânın değiştiğini görünce oturum divânının önüne geçti ve gür sesle: “Fasîh ve net bir Arapça ile konuş!” dedi. Abdülazîz Bergus, hem oturum başkanının îkâzı hem de karşısında ayakta duran Şâhin Hoca’nın ricâsı ile karşı karşıya kalınca, hiç üslûbunu bozmadan ve telâşlanmadan bir anda üç ayrı lisânda cevâb vermeğe başladı. Cümleyi, bütünlüğünü bozmadan hem Malayca, hem İngilizce, hem Arapça kurarak umum dinleyenleri memnun bırakan bir cevâb verdi. Cevâbıyla Nurları ne derecede fehmettiğini de gösteren Abdülazîz Bergus dedi ki :
“Evet, Risâle-i Nurlar esrâr-ı Kur'âniye’yi keşfetmiş, tılsımât-ı diniyeyi hall etmiş. fakat bu tılsımât ve esrârdan maksad; (secret) Yâni; gizli ve mahfi bir şey mânâsında değil. Belki, O; Kur'ân’ın mahfî hikemiyyâtını keşf etmiştir.” Ve bu hikemiyyâtı; Kur'ân’ın her asra bakan ayrı ayrı vecheleri mânâsında anlamak gerektiğini ifâde ederek: “İşte Risâle-i Nur, Kur'ân’ın bu asra bakan vechesini keşf etmiştir. Hatta İmâm Bedîüzzamân’ın beyânı var:
“..Risâle-i Nur’un müstesnâ bir hassası, İsm-i Hakem ve Hakîm’in mazharı olup bütün safahâtında, mebâhisinde nizâm ve intizâm-ı kâinâtın âyinesinde İsm-i Hakem ve Hakîm’in cilveleri olan hikmet-i kudsiyeyi ve hikemiyât-ı Kur'âniye’yi ders veriyor. Mevzûu ve neticesi, hikmet-i Kur'âniye’dir.” (Şualar-700) diye kâfî bir cevâb verdi.
Oturumların arasında suâl-cevâb fasıllarında bâzı garîb veyâ mânidâr suâller sorulduğu da oluyordu. Bunlara birkaç misâl:
İhsan Kasım Ağabey’in Arapça ve Şükrân Vâhide Hanım’ın da İngilizce takdîm ettikleri kısa birer Târihçe-i Hayât’ın ardından arka sıralarda ilk defâ Hz. Üstâd’ın hayâtını dinleyen ve Eski Said-Yeni Said ile ilk defâ tanışan bir Malay, şöyle bir suâl sordu:
Suâl ne olursa olsun mutlaka cevâb vermek lazım. Zîrâ suâller, açıktan soruluyor ve bir suâl; dinleyenler adedince suâller oluyordu. Suâlin muhâtabı İhsan Kasım Ağabey idi. Ve suâle cevâb olarak: “Hayır, Hz. Üstâdımız’ın Eski Said’den Yeni Said’e geçişi; bir vazifeden kaçmak değil, bil'akis yeni bir vazife devresinin başlangıc devresi idi.” dedi ve Hz. Üstâd’ın kendi hayâtıyla alâkalı “...Bütün kanâatimle i'lân ediyorum ki: Benim hizmetim ve sergüzeşte-i hayâtım, bir nevi çekirdek hükmüne geçmiş. İnâyet-i İlâhiye ile bu zamanda ehemmiyetli bir hizmet-i îmâniyeye mebde' olmak için Kur'ân’dan gelen ve meyvedâr bir şecere-i âliye olan Nur Risâlelerini ihsân etmiş...” (Emirdağ Lhk.II-73) gibi ifâdeleri Nurlar’dan nakletti. Fakat o anda garîb ve güzel bir tecellî oldu. İhsan Kasım Ağabey’in sağ tarafında oturan Orta Afrika’lı genç tebliğci Mustafa Kutb Sânu, cevâba bir tetimme mânâsında bir cümle söylemek istediğini ifâde etti ve yarı ciddî-yarı mütebessim: “Bence, Eski Said’den Yeni Said’e geçiş, stratejik bir geçiştir.” dedi.. Dinleyenler arasında, suâli de cevâbı da gâyet dikkatle dinleyen Prof. Muhsin Abdülhamîd, âdetâ iki cevâbı da kâfî bulmaksızın söz hakkı istedi ve uzun bir cevâb verdi:
“Kanâatimce, ‘Eski Said’de Yeni Said var. Yeni Said’de de Eski Said var.’ Dikkat ederseniz, meselâ; Hutbe-i Şâmiye, Mesnevî-i Nûriye, İşârât'ül İ'câz, Lemeât gibi Risâleler Eski Said devrinde te'lif edilmiş eserlerdir. Ama Yeni Said, onları yeniden tashih ederek Yeni Said’in eserleri olan Risâle-i Nur’a dahîl etmiş. Buna müşahhas bir misâl vereyim. Ben Lâhikaları okurken çok hayret ederdim, gıyâben Üstâd’a sorar ve derdim:
Yâ Üstâd! Hem diyorsun; EUZU BİLLAHİ MİNEŞŞEYTANİ VESSİYASETİ hem de tâ Çankaya’ya varıncaya kadar en yerinde îkaz ve ihtarlarını yapıyorsun, bu ne demektir? O zaman ben, kendi kendimi iknâ' ettim ve dedim: ‘Eski Said’de Yeni Said var, Yeni Said’de Eski Said var.’ Eğer mutlaka bir geçiş var diyorsanız, o da ancak kritik bir geçiş devresi olsa gerek..”
Muhsin Abdülhamid’e sorulmuş bir başka suâl vardı. Denildi ki;
Prof. Muhsin Abdülhamîd cevâben:
“Hâyır; biz, ‘edebiyât olsun’ diye o ifâdeyi kullanmıyoruz.. Âyette geçen KÜNU RABBANİYYİN de iki mânâ var: Birincisi: ‘Rabbinize yakın olun.. Ruhunuz dâimâ O’nunla olsun’.. eğer bu mânâya göre bakarsak, İmâm Bedîüzzamân; dâimâ Rabbiyle beraber idi. Bunda zâten şübhe yok.. İkincisi: Bu âyette ‘İlk muhâtab Hz. Peygamber’dir.’ derseniz, o zaman ‘Hz. Peygamber’de tecellî eden bu sıfat; 14 asır sonraya akseden bir aynası Hz. İmâm Bedîüzzamân’da da mevcuttur.’ denir.”
Sempozyumun son saatlerinde bir hanım dinleyici tarafından şöyle bir suâl soruldu, denildi ki :
Bu suâle de dinleyenler arasından Prof. Muhsin Abdülhamîd, yanıbaşında oturan İhsan Kasım Ağabey ile beraber mânidâr hâtıralarla süslediği bir cevâb verdi:
“Risâle-i Nur’da heyecan mı arıyorsunuz?. Bakın, ben size hayatımdan canlı misâller vereyim: Biz İhsan ile beraber, tâ 50’li, 60’lı yıllardan beri Hz. Üstâd’ı duyduk, ama okumadık.. Biz hep onu olsa olsa ‘kendi evinde, Müslümanların derdi için ağlayan bir sôfî’ diye zannederdik. Tâ 70’lerden sonra okumağa başladık. Fakat, ne vakit okumağa başladık, bir anda hayatımızda, rûhânî, mânevî tebeddülât ve değişiklikler olmağa başladı. Hattâ o günlerde ben öyle bir hâlete girdim ki; (Muhterem Profesör’ün bundan sonraki ifâdeleri dinleyenler arasında birçok kişinin gözlerinin yaş ile dolmasına sebeb olmuştur.) evime geliyordum, çocuklarım bu yaşta benim o hâletimi görmesinler diye odamı üzerime kilitliyordum. Oturuyordum ve okumağa başlıyordum. Okuyordum, ağlıyordum. Okuyordum, ağlıyordum... İşte Risâle-i Nur böyle bir eserdir. Risâle-i Nurlar bir insânı, halden hâle işte böyle girdirir. Risâle-i Nurlar sâdece bir eser değil, insânın hayâtına yön veren bir eserlerdir.
Risâleler; sizin düşünebildiğiniz bütün heyecân ve coşkuları tazammun eder, içerir. Ancak bunu; Risâleler’i okuyan idrâk edebilir ve yaşayabilir.”
Sempozyum boyunca, oturum dîvânının sağ veyâ sol köşelerinde ikişer kişilik Raportör’ler oturuyor ve ne konuşuldu, ne anlatıldı, ne soruldu ve ne cevâb verildi, süratle not alıyorlardı. İki gün boyunca o notlar tahlil edilmiş ve ikinci gün sempozyum biterken, ayaküstü süratle birkaç maddelik, sempozyumun bir bildirisi, bir netîcesi mânâsında bir metin okundu. O da şu:
Sempozyum kadar müjdeli ve belki sempozyumdan daha kıymetdâr bir ikinci güzel gelişme de, Risâlelerin Malay lisânına tercümesi idi. Millî Üniversite elemanlarından müteşekkil bir hey'et tarafından yapılan tercümeler daha sonra hem Malayca, hem Arapça hem İngilizce hem de Türkçe bilen Malezya Millî Üniversitesi öğretim görevlilerinden Prof. Muhammed Buharî tarafından tashih ediliyor ve basılıyor. İlk etapta üç ayrı Risâle olarak “Risalah Mukjizât AL-QURAN” isimli Mu'cizât-ı Kur'âniye Risâlesi (25. Söz), “Persoalan TAUHİD & TASBİH” isimli Hakikat-ı Tevhid ve Tesbih (20. Mektub) ve “Perbahasan ANA aku dan ZARAH” isimli Ene ve Zerre (30. Söz) Risâlelerini tercüme etmişler ve kaliteli bir baskı ile tab'ederek Millî Üniversite Yayınları arasında neşr etmişler. Belki de Dünyâda ilk defâ, –Bir nevi devlet eliyle– bir üniversite yayınları arasında Risâleler tercüme edilerek neşr oluyor.
Sempozyum; hazırlıkları cihetiyle, evveliyâtı-âhiriyyâtı i'tibâriyle ciddî bir hazırlık arz ediyordu. Meselâ: Evvelâ, sempozyuma girerken herkesin eline üç ayrı dilde (Malayca, Arapça, İngilizce) hazırlanmış vesempozyumun özetini ihtivâ eden bir kitapçık verdiler. Ayrıca herkesin yakasına, katılımcı veyâ dinleyici kartı mânâsında, ortasına Hz. Üstâd’ın resmi yerleştirilmiş bir kart taktılar. İki gün boyunca Hz. Üstâd adeta gönüller üstünde taşındı. Yine aynı şekilde, tebliğ takdîm eden profesör ve öğretim görevlilerine, sempozyumun latîf bir hâtırası mânâsında bir kanadına Hz. Üstâd’ın resmi yerleştirilmiş iki kanatlı nârin bir masa saati hediye ettiler.
Sempozyum esnâsında da güzel bâzı hizmetler oldu.. Meselâ; Filipinler Müftüsü sempozyumu baştan sona dinledi ve mutlaka kendi memleketlerinde de böyle bir hizmet ve faâliyetin başlaması gerektiğini söyledi. Endonezya’dan, Avustralya’dan, Sudan’dan iştirâk eden bir kısım tebliğciler, kendi insânlarının da Risâle-i Nur’a mutlak ihtiyâçları olduğunu ve mutlaka kendi memleketlerinde de bu tarz hizmetlerin başlaması gerektiğini ifâde ettiler.
Sempozyumların ardından güzel hizmet haberleri devâm ediyordu. Meselâ; hatırlanacağı üzere İstanbul’da icrâ edilen Eylül 1998 tarihli sempozyuma iştirâk ettikten sonra Fâs’ın Tatvan şehrinden yazdığı mektubunda Prof. Abdülazîz Şahbar: “...Ben Üstâd Said Nursî’nin sıdk’ını talebelerinin ahlâklarında görünce ve Risâle-i Nur’un İslâmın şerefini binâ etmede te'siri bana tebeyyün edince ve yine Nur Kardeşlerimin hareket ve tasarruflarında Risâle-i Nur’un Nurunu hissedince, Allah için nezrettim ki, Risâleleri İspanyolca’ya tercüme edeyim ve Tatvan’a avdetimde hemen bu işe başlayacağım.
Ve eğer Allah (c.c.) ömrümü uzâtırsa bununla iktifâ etmeyeceğim. Belki Risâleleri İbrânîceye tercüme edeceğim. Tâ ki, ehl-i dalâlete karşı hüccet olsun...” Yâni; Ahirette ‘bizim lisânımıza tercüme olmamış demesinler..’ diyordu.
Mart 1999 Fâs/Rabat sempozyumuna da iştirâk eden Prof. Şahbar, geçtiğimiz günlerde İhsan Kasım Ağabey’e göndermiş olduğu mektubunda diyor ki: “Ben şimdi, ‘Sözler’i, Yâni; Arapça ‘El-Kelimât’ı İspanyolca’ya tercüme ediyorum. Eylül 2000 tarihli sempozyuma iştirâk etmek üzere İstanbul’a geldiğimde elimde tamamlamış olarak geleceğim. Ayrıca tebliğimi de İnşâallah, Türkçe sunacağım.”
Mısır Kahire Nur Talebeleri’nden, Üstâd’a hitaben yazdığı gıyabî mektublarıyla tanıdığımız Hatice En Nebrâvî de, Hz. Üstâd’ın anlatılacağı otuzar dakikalık iki bölümden oluşan bir televizyon programı hazırlıyor. Mısır Devlet Televizyonları’ndan Nil TV Kültür Kanalı’ndan yayınlanacak olan bu programda dokuz konuşmacı olacak. Bu konuşmacılar: El'Ehrâm Gazetesi yazarlarından Ahmed Behcet ve Hüseyin Aşûr, Gazeteci Yazar Mahmud Halil, Yemen’li araştırma görevlisi Mehdi El Hirâzî, Türkçe Bölümü asistanlarından Târık Abdülcelîl, Nur hizmetleri ile alâkadâr Samsun’lu Hâfız Kemâl Kara, Dr. Firdevs Ebu Muâtî, Şaire Hayriye Sabri ve Kahire Nur Dershanesi’nde kalan Abdülkerîm kardeş’den müteşekkil bir heyet. Bu program; uydu aracılığıyla bütün dünyâdan izlenebilecek. Bu program için Türkiye’den, Hz. Üstâd’la alâkalı resim ve benzeri döküman taleb ettiler ve kendilerine ulaştırıldı.
İnşâallah, bu nevi hizmetlerin def-i beliyyât kabîlinden umûmî bir duâya vesîle olmasını temennî ederek gayret ve inâyeti Hakk’tan intizâr ediyoruz.